29 Aralık 2010 Çarşamba

ören bayan

bazenleri örüyorum, söküp söküp bi daha örüyorum sonra. geçenlerde bi çocuk beresi gördüm şurda yeşil yumak alıp başladım örmeye. kaç telden başlayacağımı, ne kadar artıracağımı, nerede keseceğimi filan deneme yanılmalarla keşfedebildiğim için bol söküşlü bi örgü süreci yaşadım. ama ürünümle gurur duyuyorum ayıptır söylemesi. oğluş eskitmeden buraya resmini koyim ki ne kadar görmemiş olduğumu cümle alem duysun. (görmemiş bi halt etmiş cümle aleme duyurmuş anacım, cümle alem bu blogu okuyo ayrıca)
efenim bu beremizin (çok uygun bir ortamda olmasa da) çekilebilmiş portre fotosu:

ilk kar sevincinde berenin oğluşu nasıl da ısıttığını hissedebiliyor musunuz : )

bir anne olarak oğluşumu gördüğü ilk kar yağışınca kardan adam yapmaktan mahrum etmedim elbette. minik bir kardan adama yapmaya giriştik hemen. ben kardan adamın gözü için minik taş vs aramaya çalışırken oğluşumda kardan adama kulak yapmış resimde gördüğünüz gibi. ben o ilk kardan adamını ben de ilk kulaklı kardan adamımı yapmış oldum yani. bu da kulaklı kardan adamımız:

bir de temama uygun bir baykuş bere örmüşlüğüm var. onu önümüzdeki günlerde marthanın programında göstericem şekerim :) tvde yayınlandıktan sonra burada paylaşırım (görmemişim demiş miydim?). kendinize iyi bakın, soğuk kış günlerinde kafacıklarınızı üşütmeyin.

28 Aralık 2010 Salı

sarı muz minik uzaylı sütten kesti mi?

oğluşum şarkı söylemeyi çok seven bi velet. duyduğu şarkıları merakla dinliyor ve öğrenmeye çalışıyor.
uzun zamandan beri barış mançonun arkadaşım eşek şarkısının bazı kısımlarını kendince söylemekteydi. bu akşam şarkının "sarıkız minik buzağıyı sütten kesti mi" kısmını başlıkta da yazdığım üzere "sarı muz minik uzaylı sütten kesti mi" şeklinde söylediğini duyup çok güldük.
bu komik yanlış söyleyiş tarihe geçsin, sadece bizi değil okuyanları da güldürsün, ve dünya daha yaşanası bi yer olsun diye yazıyorum bunları. bir sevgi böcüsü olarak yanaklarınızdan öpüyor en yakın zamanda daha yaşanası dünyada buluşmak üzere diyorum.

ödevleri yutup'tan yapanlar



bugün ödev okurken dosyalar arasında bulduğum sevgili öğrencim s.nin notunu sizlerle paylaşmadan edemedim...

24 Aralık 2010 Cuma

gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?



bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?

bugün bu çimen bizim, yarin kim bilir kim
gezecek, bizim topragin yeşilligince

seher yeli eser yırtar etegini gülün
güle baktıkca çırpınır yüreği bülbülün

sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
kopup dallarindan toprak olmadalar her gün

bu yıldızlı gökler ne zaman basladı dönmeye
ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe
aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte

4 Aralık 2010 Cumartesi

elektrik süpürgesi

elektirik süpürgesi almayı düşünüyoruz. çünkü şu an evde kullanılan bi 10 senelik filan neredeyse, çekiş gücü düşük, uçusan tozlar göremesem de bi taraftan emip bi taraftan kusuyor büyük olasılıkla.
sulu mu yoksa susuz-torbasız tip mi almalı acaba? buraya yolu düşenlerden bu konuda önerisi olan yok mudur?

25 Kasım 2010 Perşembe

küfür etmek

küfür nedir? ne değildir? sorusunun cevabı değişik toplumlara göre farklılıklar göstermektedir. hatta aynı topluluk içinde bile neyin küfür olduğu neyin küfür olmadığı konusunda derin tartışmalar mevcuttur. Örneğin toplumumuzdaki yaygın kanıya göre; kimseler kendilerine bi hayvan ismiyle seslenildiğinde kendilerini hakarete uğramış sayarlarken, baba ya da anneleri hayvan olarak nitelendirildiğinde küfre uğradıklarını iddia etmektedirler. Misal "eşşek herif" dediğiniz kimse bu hitabınızı yalnızca bir hakaret olarak almakta aynı şahsa "seni eşşoğlu eşşek" dediğinizde "lan sen bana nasıl küfredersin" biçiminde hesap sormaktadır.

küfür adı verilen ve nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan bu kelime ve kelime grupları günlük hayatımızda sıkça karşımıza çıkar. 7den 70e, her kesimden ve her cinsiyetten insanın küfrettiğine tanık oluruz. ayrıca gizli küfürcüler dediğimiz ve küfürlerine tanık olamadığımız bir kesim de mevcuttur. her küfrün sınırları farklı olduğu gibi her bireyin de küfürleri farklıdır elbet.

küfür ademden beri insanoğlunun evrimine eşlik etmekte, biçim değiştirerek her dönem onun yanında yer almaktadır. adem ve havvanın daha cennetten kovulmadan önce bile kızgınlık anlarında küfürleştiklerine ilişkin rivayetler mevcuttur. peki nedir bu küfrün hala hayatta kalabilmesinin sebebi?

öncelikle hepimizin hemen aklına gelebilecek gerçek; sınırlı dozajdaki küfür sizi ruhen rahatlabilir: çok kızgınsanız ve öfkenizi karşılamaya sıradan sözler yetersiz kalıyorsa, ruhunuzun yelpazesi küfürün ta kendisidir (bakınız zekeriya beyazın magazin programlarındaki söylemleri). ilgili literatür incelendiğinde günde 1 ila 3 kez arasında küfür eden insanların hiç küfür etmeyen insanlara göre daha serin ruhlara sahip oldukları hatta kendilerini cool olarak tanımladıkları görülecektir.

ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır; küfür yüzünden kötü bi insan olma yolunda ilerleyebilirsiniz. ağzımızdan çıkanlar bi süre sonra bizim düşünce ve davranışlarımızı şekillendirebilirler. yapılan araştırmalar göstermektedir ki; arabayla sakin sakin yol alırken biraz ilerde sağda parkemiş gibi duran bi aracın kaptanı ya da kaptaniyesi zart diye önüne atıldığında "hay senin ağzına s.çiyim o./o. çocuğu" biçiminde küfür eden kimseler, bi süre (1 yıl içinde)sonra s.çmak için tuvalet yerine kaptan yahut kaptaniye ağzı aramaktadırlar. işte bu insanların yaşlılıkları hiç çekilmez.

evet programımızın sonuna geldiğimiz bu saniyelerde küfürün dozajını iyi ayarlayın, sevin sevilin diyoruz, öpüyoruz.

24 Kasım 2010 Çarşamba

öğretmenim canım benim canım benim

öğretmenler günümüz kutlu olsun!


bu da gogıl amcanın öğretmenler gününe bakışı. ne amaçla koyduklarını bilmesen öğretmenler günü için yaptıklarını anlayamazsın. hediyeye indirgenmiş gibi. daha yaratıcı ve anlamlı çalışmalar bekliyorum kendisinden.

22 Kasım 2010 Pazartesi

garibim ama gerçeğin ta kendisiyim.

grip aşısını bilirsiniz, ben hiç yaptırmadım ondan. ama garip aşısı çıksa garipsenmekten kurtulmak için yaptırıcam. "iyi kadın da biraz garip/amma cinsmiş/çeşit bi insan" şeklindeki yorumlardan korunmak için yani. burdan isviçreli bilim adamlarına, isveçli çamaşır makinesi üreticilerine, fin annelere, danimarkalı pediatristlere, izlandalı diş hekimlerine, norveçli balıkçılara ve yayık yüzlü eskimolara sesleniyorum: "neden özellikle sizlere seslendiğimin farkında değilim ama en önemli ortak noktanız olan hepinizin benden daha kuzeyli olmasına içten içe bozuluyorum. güçlerinizi birleştirip bir kooperatif kurup adına 'garip aşısını bulalım, bulduralım' koymazsanız sütümü size helal etmem. eğer bu aşının bulunumunda katkınız olmazsa size verdiğim emekler haram zıkkım olsun, soğuktan çakıldaklarınız
donsun, hepiniz geberin pislikler".

bi de başucu sürahisi var, boğaz kaşıntısı var ve çekim yasası var. ha bunlar ne/şimdi nağlakası var? diyenlere sesleniyorum, arkadaşım garip aşısı vardı da ben mi yaptırmadım? yok işte. yok yok yoKKKKKKKK. benim gibi sakin bi insanı bile sinirlendirip bağırttınız ya, aşkolsun size. yazımın her paragrafında birilerine seslenmek ve dahi bağırmak zorunda kalışım zoruma gidiyor. tıpkı geçen yıl grip aşısı yaptıran dövlet böyüklerim gibi öfkeme hakim olamıyor, sinirli sinirli bağırıp çağırıyorum. eğer kalbinizi kırdıysam affola. bi aşı için kalbinizi kırdığıma deymez biliyorum. sözlerime son verirken sizleri bülbül koçaklamasıyla başbaşa bırakıyorum:
"garip garip ötme bülbül. beni benden alma bülbül. alma bülbül, alma bülbül. beni derde salma bülbül"

8 Kasım 2010 Pazartesi

lider dediğin...

10 kasıma az kala tekrar hatırlatasım geldi:

26 Ekim 2010 Salı

ağır ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar,
her gün aynı yoldan yürüyenler,
yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler,
giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler,
tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar,
beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler,
bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar,
hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.


Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler,
ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar,
daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,
bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar,
bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden,
anımsayalım her zaman:
yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

Pablo Neruda.

22 Ekim 2010 Cuma

benim öskürlüyümün başladığı yerde senin öskürlüğün biter. nokta.

zamanında adidasla tekkelere giden keçilerin erasmusla hacca giden oğlakları olmuş diyolla. valla ben görmedim, göreni de görmedim. peki bu sadece bi söylenti mi? yoğusam ülkeyi bölmeye çalışanların işi mi bu da? bizi şimdi kamplara mı ayıracaklar?
adidasla tekkelere gidenler vs adidasla tekkeden başka yerlere gidenler;
adidasla tekkelere gidenler vs adidas dışında bişeyle tekkelere gidenler;
erasmusla hacca gidenler vs erasmussuz hacca gidenler;
erasmusla hacca gidenler vs erasmusla başka yerlere gidenler;
ebeveynleri adidasla tekkeye gidenlerden erasmusla hacca gidenler vs ebeveynleri adidasla tekkeden başka yerlere gidenlerden erasmusla hacca gidenler, ….
gibi çeşitli kutuplar bulmak işten değil. ve iddia ediyorum bu kutuplara gönderebileceğim bir milyon türk genci/muhammed ümmeti filan da bulabilirim, ver polarları hepsini polarize et ki üşümesin yavrucaklar, sidikli yorganın altında mışıl mışıl uyusunlar. uyanınca da bi kısmına hac mevsiminde profil fotosuna erasmus rahmetlinin fotosunu koydurur bi kısmına da adidası boykot ettirirsiniz geçinip giderler.

öskürlük demiş miydim? başlıkta demiştim evet. dedim demeye de, hatta herkes en az 1 kez dedi. (bi de herkes en az 15 dakka özgür olabilse keşke). ne diyodum? özgürlük özgürlük dedik de hepimiz başka bişey anladık bu özgürlük lafından. tartışırken “ama benim başörtüsü takma özgürlüyüm var arkadaş” diyenle, “türbanın kendisi özgürlüğün karşıtı bir sembol bi kere” diyen arkadaşlar polarlarını çıkarıp tartışmadıkları sürece n sonsuza giderken tartışmaya devam edecekler. bu tartışma bu topraklarda/ bu koşullarda mı sürecek? orasını bilemem.

son olarak bi de “parayla imanın kimde olduğu belli olmaz” diyen arkadaşa seslenip çıkıcam. güzel kardeşim senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? bana der misin parayla imanın kimde olduğu belli değil, OK. ama ya parasız iman ya da imansız para konusunda ne diyeceksin? peki dürüstlük mü ve cesaret mi oynar gibi para mı iman mı oynamaya ne dersin? iman çıkarsa türbancılar ateist olsun, para çıkarsa laikçiler cemaatlere para yardımında bulunsun, var mısınız?

seynirli pandiviç

depresyonizmin kör kalemtraşlarında
merhameti yardımcı fiilerde aradım,
kapılarını çaldım toprak solucanlarının
belki bi yudum egsoz dumanı verirler umuduyla.

ne gözlük camları duydu sesimi,
ne de prefabrik evlerin artezyen kuyuları.
ağda acılarıyla bastırıp
kağıt kesiklerinin sızısını
gülibrişimler düşledim kuytularda...

oysa hiroşimada bomba patladığında
ben en temiz oksijeni arıyordum
masum 2 hidrojenle birleştirme adına.
bulduğumdaysa,
gülibrişimler yeşeriverdi kış bahçemin manzarasında.

11 Ekim 2010 Pazartesi

cahit arf

yazmakta baya geç kaldım. neredeyse gece yarısı olacak ama yine de bugün hoşuma giden durumu yazmadan geçemiycem: google efendi bugün cahit arfı anmış ve ona özel yapmış logosunu. ben buraya koyim da kaldırılınca hatıra kalsın, ruhu şad olsun.


5 Ekim 2010 Salı

bir delinin blog fülütü III

daha halk eğitimin temel bağlama kurslarına kayıt olduğum gün çözmüştüm bu bağlama işini (bababa lafa bak bağlamayı çözmüşüm :/). o günden sonra her gün muntazaman saçımı, ayakkabımı, emniyet kemerini ve kısmetimi kendi ellerimle bağlar oldum. hatta yetmedi laptaba maus bağladım, bilgisayarı tvye bağladım, ev telefonunu da bilgisayara. tüm bunların yanında en sık yaptığım şeyse psikopata bağlamak oldu. bu duruma sessiz kalamayan annem geldi ve adamlarla konuşup olayı tatlıya bağlamaya çalıştı ama nafile adamlar lep dedi leplebi demedi. gerzek şeyler. ben ne lep demelerini ne de leplebi demelerini istiyordum oysaki. leblebi deseler yeterdi. zavallı annem gidip bağcı babaya çaput bağladı en sonunda.
beni bu durum sıktı işte. ben kaç yaşına geldim, evli barklı insan oldum, toplumun önünde çıkıp konuştuğumda insanlar beni bilgili, akıllı, entel, çalışkan filan gibi bi bok sandılar ama yine her dara düştüğüm durumda annemin çaputlarına bel bağlamaktayım. nerde kaldı benim o ayakları yere basan ve kendinden emin duran kişiliğim? nerde kaldı sabrı, azmi ve olgunluğuyla tüm zorlukları döven güçlü kadın? nerde kaldı bu güçlü kadının açık çayı? çay ocağını tam 3 kez aradım; misafirim var çabuk getirin diye ama annesinin çaputuna bel bağlayan bi yapının insanı olmam çaycı çocukların gözlerinden kaçmamış olacak ki onlar bile beni tınlamadılar.
en iyisi beni tınlayan insanlarla birlikte olmaktı. peki neredeydi bu tıntıncılar? bu soruyu cevaplamam için çok kapsamlı bir arama yapmam gerekecekti. arama tarama konusunda en yetkin kimselere ulaşıp hakettikleri ücretin 5 katını teklif ederek emrimde çalıştırmaya başladım. aldıkları para helal hoş olsun; tıntıncıları bulmaları uzun sürmedi. 5 tane tıntıncıyı emrime amade ettim ve her telefon açışımda bir dediğimi iki etmediler; neskafedir, açık çaydır, oralettir, kekiktir, ıhlamurdur anında getirdiler. emrimdeydiler ama yinede kibarlığı elden bırakmıyor her servise gelişlerinde (ve de servise her gelişlerinde )"mersi tokatımın tersi" gibi espiritüel yaklaşımlarımla kendimi sevdirmeyi ihmal etmiyordum. espirilerime güldükleri zamanlarda "şakayla karışık sadri alışık, heh heh he!" diyerek yanacıklarından birer makas almayı ihmal etmeyerek gönüllerine taht kurdum adeta. onlarla iletişimde bu denli başarılı olmamdan aldığım gaz ve allah vergisi nejat uygur sempatikliğimle zamanla enseye tokat olmadığım insan kalmadı ve herkes beni tınlar oldu. oldu da ne oldu, şöhretin bozduğu celebriti kişilerinin yoluna paralel bi çizgide ilerledim, zamanla beni tınlayanları ben kaale almaz oldum. allahtan ofis anahtarımın markası kale idi de bu kaale almama durumu fazla sorun olmadı başıma. o şekil yıllar yıllar geçti, kapılar anahtarla değil kartla açılır oldu, işte o vakit bütün değerlerimizi yitirdik ve duygu yoksunu birer robota dönüştük. ve yeryüzü gerçekten çok yavan bi yer oldu...
(bu maceranın sonu)

22 Ağustos 2010 Pazar

bebe geliyor bebe :)

evettttttt bebe geliyor. yok canım durun panik yapmayın hamile olan ben değilim çok şükür. ben o vazifeyi yeni gördüm daha. 2 yıldır bunun için çabalayan arkadaşlarımızdan aldım haberi. sevinçliyim bu akşam. henüz bi kesecik daha, kalbinin atmasına bile 2 hafta var. ama bu bile başta anne adayı olmak üzere herkesi heyecanlandırabiliyor.

bütün akşam konuştuğumuz tek konu buydu. 3 yıl önce bu zamanlar yaşadıklarımı tekrar yaşadım sanki. çok güzel bi duyguydu gerçekten. umarım tatmak isteyen herkese nasip olur bu duygular.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

lost lost diye sarıldıklarım

lost bitti. tamam kabullendik.
ancak aklımda kalmış sorular vardı. bi kısmını yazmaya başlamışım bi tarihte yenilerini ekleyemeyeceğim şimdi. ancak cevabı olanlar varsa bi zahmet. izlenemeyenler eğer sıpoylır sevmeyenler derneği üyesiyseniz uyarıym: okumeyvering akideş.
buyrun:

black rock nasıl geldi adanın ortasına? bi de o koca ben diyim beton sen de taş heykele çarpınca heykelin bi tek ayağı sağlam kaldı ama black rock okunmuş üflenmiş gibi sapasağlam duruyo maşallah. neden acabağ?

taaa ne zamandır aklımda dönen sorulardan biri: hani ilk sezonda kate ve sawyer şelalemsi, göletimsi bi yere daldılardı ya, sanırım polisin çantası/silah filan için. suyun altında bir polis ve eli kelepçeli bi kadın gördülerdi. kimdi kuzum onlar?

neden lock’ın ölüm ilanı ceremi bethım adı kullanılarak verildi?

şu sayıların gizemi ne? neden 5- 7- 13-15-40-49 değil mesela? bu da anlaşılamıyorsa ben daha da bir şey demem zaten. geçen onca zamana yanarım.

27 Temmuz 2010 Salı

yokluğumda kaç kitap okudunuz?


bloga yeniden ısınma turlarındayım. bi başlık yazıyorum, ertesi gün bi kaç satır eklerim diye kapatıyorum filan. yazmaya çekiniyorum, nedense artık? damarlarımda bütün kötülüklerin anası gezinirken bi cesaret geldi herhalde ki dördüncü cümlemi yazmaktayım. neden çekiniyosam artık? kendimi ifade edemeyiş ezikliği benzer cümleleri evirip çevirip yazmakla nüksediyor. neden çekiniyosam artık? (yuh evirip çevirmeden aynı cümleyi iki cümlede bir kopi peyst ediyorum yahu!).
canım sıkılıyo, terslikler geliyo başıma üstüste bi kaç gündür. terslikleri, mutsuzlukları yazmiyim ki çoğalmasın, kayda geçmesin diyorum. evet evet yazmıyım hakkaten. yalnız güzel tesadüfleri, mutlulukları yazdığım da yok.

neden çekiniyosam artık?

26 Temmuz 2010 Pazartesi

cıvıl cıvıl cıvıldadım uzun bi aradan sonra

çok mayışığım blog çok. iki satır yazasım yoktu allah seni inandırsın. burası için kullandığım epostam, sonracığıma twttr, ff, fs filan da öksüz kaldılar bi süredir. sonra bi epostamı kontrol ediym dedim: amanın o ne? dostlar dürtmüşler arada: hadi bi ses ver gibicesine. enerji verdiler saolsunlar. bir de cıvılımdan bi blogger hatırası aldım ki dün, keyifime keyif kattı.



ne şirin di mi? şipşirin hatta. işbu gördüğünüz şirin maşrapa, cıvılın teee safranbolundan alıp, teee nerden bana yolladığı hediyedir. ve de benim ortama dönüş sebeplerimin önemlilerindendir.

bundan böyle burdayım. hepinizi öpüyorum.

7 Mayıs 2010 Cuma

kilolar geliyor allı yeşilli

bloglarda, ffde, twtte bir rejim mevzusudur gidiyor. her bahar rejim yapıyoruz, kiloları veriyoruz, detox yapıyoruz, pislikleri atıyoruz. yaz sıcağı bitip cağnım sonbahar da geçince verdiğimiz kiloları geri alıp, attığımız pisliklere davetiyeler yolluyoruz: sayın kilolar, yaz bitti, kışın bikini neyim giyecek halim yok, buyrun gelin beni sıcak tutuverin kabilinden. sonrasında kilolar geliyor allı yeşilli, kilolar geliyor lipidleri nazlı. tarih bizi yoyocanlar ve yoyosular olarak yazacak kanımca.
hep aynı şekil kalsak hiç dert olmayacak aslında. kıyafet filan derdine düşüyoruz sonra. bi dar geliyor bi bol geliyor aynı giysiler. bi dönem kıçımızdan düşmesin diye kemerle giydiğimiz pantalonu, bi dönem üstüne uzun gömlek, tişört filanla giyebiliyoruz ki bel bölgesi simitlerimiz ortaya çıkmasın. ha o da şanslıysak tabi. bazen o pantaloncuk basene takılıp kaldığından fermuarı kapatmak bile mümkün olamıyor.
sanırım DONE'de konuşulmuştu bi ara, yerken gözümüzü kapatsak yediklerimizin kalorisi sayılmasa filan ne güzel olurdu diye. böylesi hayalperest isteklerde bulunabiliyoruz kilolar söz konusu olduğunda.
benim kilo vermeyle ilgili tek bi isteğim var; yediklerimizin kalorisi artı hanemize, harcadığımız enerjilerin kalorisi eksi hanemize yazılıyor. buraya kadar OK. peki neden yemediklerimizin kalorisi - hanemize yazılmıyor? örneklendiriyim: mesela rejim yapıcam diye kendimi kasmaktayken arkadaşım tiramisu ısmarlamış ben tiramisuya gizli bakışlar atarak sadece yeşil çay içmişim. bu durumda neden bir dilim tiramisu kalorisi benim - haneme yazılmıyor? yahut sevdicekle bir akşam yemeğinde sevdicek tabak dolusu kalorili mammalarla rakıyı götürürken bendeniz bol salata yiyip sadece şalgam suyu ya da soda içmişsem neden yiyip içmemek için kastıklarımın kalorisi - haneme yazılmıyor arkadaşım. vücut mühendisleri yanlış bir muhasebe yapıyorlar kanımca. daha mantıklı ve işevuruk bir hesaplama olan benim teoriyi kullansalar inanın daha mutlu bi toplum oluruz. daha mutlu olunca da hep olumlu şeyleri çekeriz, kriz işte o zaman teğet geçer bizi. sırtımız yere gelmez diyorum bak. o kadar önemli bi mevzu yani.

22 Nisan 2010 Perşembe

oh be!!!

muhabiriniz angara otobüsünden bildiriyor; rahatlamış bi şekilde dönüyorum yuvama. görev tamamlandı. yaşanan bazı aksaklıklara rağmen amacıma ulaştım.

21 Nisan 2010 Çarşamba

and I ride and I ride

ihmal ettim blog seni. yokluğumda ıggyle şenlensin buralar. daha önce canlı performansını koymuştum bu şarkıda. şimdi bonus kliple ekliyorum.

sözlerini bilen bilmeyen eşlik etsin en azından la la la la la la la la kısmında. hadi hep birlikte:





edit: önceki vidyo çalışmamış, yenisini koydum. bu sefer sözleri de var. hadi yine iyisiniz.

19 Nisan 2010 Pazartesi

altın yolcu


çarşamba ankara yollarındayım yine. hadi hayırlısı.

10 Nisan 2010 Cumartesi

iyi ki doğdun yavrucum!!!

yarın minik kuşumun ikinci doğum günü. bi taraftan bakınca ne çabuk geçti 2 yıl diyorum, bi taraftan da daha sadece 2 yıl mı oldu onca şeyi 2 yıla mı sığdırdık diyorum. o yokken eksikliğini nasıl fark etmemişim, onsuz nasıl yaşamışım diye şaşıyorum. burda uzun uzun anlatmadım hiç kuzumu. onun yeri ayrı diye, ama onun 2. doğum günüyle birlikte yeni “ben”in doğum gününü kutlayacağım için buraya yazasım geldi.

fiziksel olarak büyüyüp gelişeli çok oldu tabi. evlendim, yeni bi ailem oldu, veeeee sonra anne oldum. asıl o zaman anladım bi ailem olduğunu. bir ailem vardı ve ben o ailede anneydim. anne olmayı öğrenmeye başladım. biraz içgüdülerimle biraz da yavrumun bana öğrettikleriyle... artık ergenlikten çıktığımı iyice duyumsuyorum (evet anca!). hayatla daha barışık, daha sevgi dolu, ayakları yere daha sağlam basan, daha güvenli, daha fazla sabırlı, daha fazla hoşgörülü, daha affedici ama gerektiğinde daha cezalandırıcı olmayı öğrendim. hatalarımı gördüm ve ders aldım, yolumu nasıl çizmem gerektiğini anladım.

34 ergenliği noktalamak için geç bir yaş belki ama olsun, geç olsun güç olmasın (ne çok söyler oldum bu lafı. çok kaderci gösterdi beni ama idare ediverin gari). beni büyütenin geçen yıllar değil yavrukuşum (ve onunla birlikte artan sorumluluklar) olduğunu düşünüyorum.

şimdi yapacakları listeliyorum, ne çok şey var yapmak istediğim. yetişemiyorum hayatın hızına, okumak istediğim kitapların, izlenmek istediğim filmlerin sayısı her geçen gün artıyor. ben izleyemeyip okuyamadıkça inadına yapar gibi kitap yazıp film çekiyorlar. bunun yanında bebişim her geçen gün büyüyor, her gün yeni laflarla, hareketlerle beni şaşırtıyor. hızı başımı döndürüyor, yakalamaya çalışıyorum ama hep gerisinde kalıyorum. son sürat koşmalıyım ve sanki hiç uyumamalıyım, belki o zaman anca yetişebilirim hızına diyorum. ama biliyorum ki benim hücreler o kadar hızla bölünmüyor. en iyi yapabildiğim şey şaşakalmak bu hıza.

çok koştum ve hala koşuyorum. artık arada bir güneş gören bi yerde durup bi nefes almalıyım. güneşten nazlı nazlı gelen fotonların beni ısıtmasına izin vermeli, kuş seslerini dinlemeliyim. sonra dönüp bi geri bakmalıyım, aldığım yola. ne kadar gitmişim fark etmeliyim. nerdeyim, nerdeydim, neye gitmeye niyetliyim bi düşünmeliyim.

sonrası? sonrası yine oğluşumun büyüme, benim anne olma ve bizim aile olma maceramıza devam.

7 Nisan 2010 Çarşamba

geç olsun güç olmasın!!!

yahu hayat ne biçim süprizlerle dolu! bugünün nasıl geçeceğine dair bir sürü olasılık vardı kafamda ama hepsinden farklı bi şey oldu. 5 jüri üyesi ve 3 aday buluşacaktı bugün sabah 10da. toplam 8 kişi yani. bu 8in ben dahil 6 sı türkiyenin dört bir yanından ankaraya geleceklerdi. ANCAK eskişehirden (diğerlerine göre en yakın ilden yani) gelecek juri üyesi teşrif etmedi. ve jüri düştü! neden gelmedi/gelemedi? nasıl bir cezai işleme maruz kalacak bilemiyorum. beni pek ilgilendirmiyor. yönetmeliğe göre yapılması gereken en geç 15 gün içinde bu jüri üyesi yerine gelecek yedek jüri üyesiyle yeniden toplanmak. yani 23 nisana kadar yine bir ankara yolu görünecek bana. şu an geri dönmekte olduğum yoldan geri gelicem yani...
her şeyde bi hayır vardır diyorum. 2 kez yolculuk yapıcam ama sanki böylesi daha mı iyi oldu ne?
sersemim biraz gece geç yatmaktan, katettiğim mesafeden, hala yolda olmaktan vs. hayatımı askıya almıştım bir süredir. önümüzdeki 15 günü askıda geçirmek istemiyorum ama.

5 Nisan 2010 Pazartesi

her şey çok süper olacak!!!

artık hazır sayılırım. daha da ne yapayım ki zaten. yarın sabah yola koyuluyorum. çantam hazır sayılır, sabaha koyacaklarım var. oğluşumun kokusunu iyi bi içime çektim. onun varlığı bana güç verecek uzaktadan da olsa.

salı, çarşamba ankaradayım blog. iyi haberler bekle benden.

30 Mart 2010 Salı

iyi ki doğdum canım!

dostlar ben 34 oldum bugün... çok şaşkınım. doğum günüm olduğunu biliyorum da ne zaman 34 oldum ona şaşıyorum. 10 lu yaşlarımı hatırlıyorum. 15, 16, 17, 18 filan. sonra yıllar nasıl geçiverdi. boşa geçti onca zaman diye hayıflananlardan değilim ama çok hızlı geçti ya!!!
daha dün çocukken ne çabuk 34 yaşında bir çocuk annesi kadın giysisine bürünüverdim...

29 Mart 2010 Pazartesi

noluyoz?

dün akşam, bi arkadaşım msn kişisel iletisinde "love don't live here anymore" yazdığını gördüm. daha 2 yıllık değil evlilikleri. sevdiği adam için kilometreleri aşmış, memleketini, alışkanlıklarını değiştirmiş biri. umarım madonna aşkından yazmıştır bu sözü. üzülcem yoksa.

27 Mart 2010 Cumartesi

bir delinin blog flütü vol:II

ben istemez miydim her doğan günü kağpediyem kağpediyem diye örötik bir fransız aksanıyla karşılayayım? yanıt veriyorum: isterdim. çok isterdim hem de. sonra havayı koklıyım, ot çöp çayı içiym, hızla kilo veriyim, çocuumla o park senin bu park benim geziym, topu bi ben tekmeliyim bi o tekmelesin modunda saatlerce top oynayalım, amugurumimi örüp blogumda sergiliyim, evimi dekore edip fotosunu çekiyim,"bugün ben ne giydim" diye başlık atıp elim belimde fotolarımı koyim postuma, sonra oturiym şömine önündeki koyun postuna, daha sonra el emeğim hediyeler vereyim dostuma, akşamüstü bi dostla bira içip, akşam kocişimle şarap yudumlıym, hafta sonları bilmediğim yollara düşüp nerde kahverengi tabela var orda vakit geçiriym, nerde çalgı orda galgı tadında takılayım yani.


ama olmadı, beceremedim. ben yapamadım, herkes bi şey oldu anne, ben olamadım.

kafamın iyice dağıldığı, dağıldıkça bazı noktaların netleştiği ve odağımın belli olduğu şu günlerde öyle kıpır kıpırım ki. sanki yarın tatile çıkacak görmediğim bi memlekette muhteşem şeyler yaşayacakmış gibi, ya da doğumhaneye girip yanında minik bir bebeyle yepyeni bir insan olarak çıkacakmış gibi. bahardan mı, güneşte fazla kalmaktan mı, şuursuzlara şuur dağıtacak olmaktan mı acep? yoğusam kafayı direk yemeyip hafif hafif sıyırmakta olduğumdan mı bu masal dünyasında gibi sisler arasında yaşayışım?


yine de şu şuur meselesini abarttım mı ne? evet abarttım. hayatımın yepisyeni bir dönemine girmeme bu kadar az kalmışken her naneyi kafaya takmamaya karar verdim ve güzel olan şey kafaya takmamayı da becermeye başladım. mesela bugün kısa bir süre çikolata kaplı gofretin çikolatasının az gelmesine takıldım. sonra demokrasilerde çağrelerin tükenmediği totolojisini hatırlayıp gofreti krem çikolataya batıra batıra yedim. kaanla seçkinin evlenmesine kıl olup "seni zevksiz kaan, allah belanı versin, bula bula onu mu buldun, beni alaydın allahsız keş" diyenlere ya da bu yorumu yapanlara kıl olup "sana ne kardeşim allah mesut etsin, sen kendi evlenmene bak, evde kaldın kız kurusu seni" diyenlere bile güldüm geçtim, o derece.

diyeceğim ekmek bulmadıysan kuruvasan (bi nevi beypazarı kurusu) yahut çikolatalı gofret yavan geldiyse krem çikolataya bandıra bandıra yiyiver. bak mesela kendimim diye demiyorum ben öyle yapıyorum.

bi trend var ya hani blog gönderisinin sonunda başkası yorum yapmadan ilk ben yapiyim kabilinden; "biliyorum şok saşma oldu" yahut "uzun oldu ama idare ediverin gari", "biliyorum pek anlaşılır olmadı ama anca bu kadar anlatabiliyorouum" filan gibi. yani sen demeden ben diyim hatamı/kusurumu. farkındayım durumun, herşey kontrol altında, bi dahakine daha iyisini yapıcam söz gibi özürümsel bi sevimli görünme çabası. işte o manada bi laf edip "şimdi saçma oldu yazdıklarım farkındayım." yazabilirdim ama yazmadım! neden derseniz o lafları edecek kadar özgüvensiz bi sümsük olduğumdan değil bilakis durumu peşin peşin başlıkta ifade ettiğimden.

sözün özü, siz siz olun panik yapmayın, havalar güzelken çıkın dolaşın panik geçer atak kalır belki ama panikle atak yanyana gelmedikleri sürece bi sakıncası yok kanımca. kendinize iyi bakın. organik besin tüketin.

öptüm gözlerinizden.

18 Mart 2010 Perşembe

otluyorum

blogda yaptığımız yediğimiz leziz mam-maları sergiliyoruz ya, ben de bu yediğimin fotosunu koymak istedim. foto çekemedim gerçi, müadilini buldum onu koyim dedim.
yediğime içtiğime dikkat ediyorum bu ara. biraz kilo veriym de içine girmediğim kıyafetlere sığayım, yaz geliyo göbeği eritiym filan diye.
bakalım 7 nisana kadar kaç kilo verebilicem.

14 Mart 2010 Pazar

motivasyon

blog bana çalışma motivasyonu bul lan allahsız. eh heh. olmadı di mi?
biraz dewey, biraz piaget okudum. şimdi besmeleyle genetik epistomolociye gircem biraz. karşılarına çıkacağım adamlar benim kadar bilseler ciğerim yanmaz ya neyse ben kaçiym daha okunacak çok şeyim var.

11 Mart 2010 Perşembe

nerden nereye?

nerden bulduysam böyle bi şey çıktı karşıma.







nasıl hayatlar var? filim milim izleyip, kitap okuyacağımıza insanlarımızı izlesek, onları mı anlamaya çalışsak acaba?

bi de başlığı görünce budizmle filan ilgili sandım, öyle de insanı çeken bi başlık atmışlar :)
ve bu vidyoya bakıp aydınladım: budizmin cingılı "buda gelir buda geçer, ağlama" türküsüdür. (da'ların bu'larla birleşmedeki ısrarlı, uyumlu mizaçları sizi de budizme çağırmadı mı?)

yardım

bok böcesinin çağrısına kulak verelim:

http://bokbocesii.blogspot.com/2010/03/aysegul.html

6 Mart 2010 Cumartesi

mola

7 nisanda ankara'da önemli bi işim var. o işle ilgilenicem bundan böyle. sesim soluğum çıkmazsa merak etmeyin diye dedim. biraz ihmal edicem sizi ama dönüşüm muhteşem olucak!

ha bu arada artık sadece hacı yazacak altta (ne olduğunuzu bilin de ona göre davranın diye diyorum).

4 Mart 2010 Perşembe

idrar aranıyor

2 haftadır oğlanın çişiyle başım dertte. çiş dediğim aslında idrar (yani bu sıvı çocukça bi bağlamda değil, büyükçe bi bağlamda lazım, onu demek istiyorum).

olayımız şu: spor merkezine üyeliğimiz bitti. bu sene üyeliği yenilerken bebişimizi de aramıza katalım dedim havuza filan sokarız babında. dediler ki paşamızın da idrar tahlili, sağlık raporu filan lazım. hay hay yaptıralım dedim. ama hay hay demekle olmuyormuş gördüm; tahlil yaptıracak miktarda idrar edinemedik paşadan. kendisi henüz hacetini bezine yaptığından idrar edinim sürecimiz uzadı. bardak, lazımlık vs. ye yapmayı reddetti. bebeklere takılan idrar torbasını da başarıyla kullanamadım. 2 idrar torbasını yerinden oynatıp çişin tamamını beze yapmayı becerdi, biri takılıyken kakasını yaparak idrar torbasını kullanılamaz hale soktu, başka birine de kustu... daha ne yapayım bilemedim.

kan anonsu gibi idrar anonsu vericem, yahut gazeteye ilan: "tahlil yaptırılmak üzere yaklaşık 23 aylık oğlan çocuu idrarı aranmaktadır. " diye. şaka ya şaka vermiyecem vermicem. ama ciddi ciddi düşündüğüm şey şu: idrarın bu gibi basit tahlillerde bakılan özellikleri cinsiyet ve yaşa ilişkin bilgiler içerir mi acaba? yani bu miniğin çişi deyip gidip kendim vericem, o kadar kafam bozuk. zaten daha az sıra beklendiği için tahlili sağlık ocağında yaptırıyoruz, dna testi yapacak halleri yok heralde di mi?
di mi? bi fikir verin!

1 Mart 2010 Pazartesi

Haarlem I

derler ki NY'daki Harlem’in adı Haarlemden gelmekteymiş. hatta NY'a ilk yerleşenler Amsterdam’dan gidenler olduğundan buraya da zamanında New Amsterdam demişlermişmiş. benim anlamadığım bu insancıkların neden bu güzelim Haarlemden çıkıp NY’ye gittiğini. sen bu masal kentini bırak teee oralara git olacak iş değil kanımca.

neyse efenim yazıcam dedim dedim yazamadım. borçlu kalmayalım. buyurunuz:

sabah henüz güneş doğmadan vardık otele(güneş daha geç doğuyo tabi bize göre). otel koskoca St. Bavo kilisesinin arkası. kilisenin ışıkları, hafif sis, kanallar, yer yer kar birikintileri, donmuş su birikintileri, ateş tuğlası evler, çocuk kitaplarındaki resimlerden fırlamış mimarı, mis kahve kokuları… sanki taksici bizi bi masal ülkesine getirdi gibi hissettik. otel resepsiyonundaki antika niteliğindeki bi sürü eski eşya bu masal sarhoşluğumuzu perçinledi. odamızın anahtarını aldık çıktık odaya. daha doğrusu oda sandığımız aparta. oda diye rezervasyon yaptırmıştık ve ortalama bi oda parası ödemekte anlaşmıştık ama tamamen eşyalı yatak odası, salon, mutfak, kiler, banyodan oluşan, biri St Bavo kilisesi manzaralı iki balkonu olan bir apart kiralamışız meğerse. İçeri adım atar atmaz iyice rüyada hissettik kendimizi. eşyalar çok tanıdıktı; koltuklar, eskitilmiş tarz dolaplar, etejerler, vs nin hepsi. etiketine bakmadan tanıdık bi sürü şeyi. etiket dediğime bakmayın marka conconu filan değilim (bu ne demek onu ben de bilmiyorum inan :) altı üstü ikeadan hepsi ama tanıdık oluşu çok sıcak geldi. kendimizi evimizde hissettik. yukarıda saymadıklarım dışında ocak, bardaklar, tabak, kaşık, çatal vs tüm eşyalar da aynı şeyi hissettik…. [DVD oynatıcı(evet o bile vardı) vesteldi bu arada.] o fiyata böyle bi yeri kiraladığımıza inanamadık. ayrılırken bi yanlışlık olmuş, sizden 2 katı para kesicez demelerini bekledim korkarak (hep bi tırsaklık, hep bir tırsaklık...offf).
daha otele yerleşemedik gördüğünüz gibi…. ama kaldığımız yerin apart oluşu bu geziyi daha özel kıldı gerçekten. bi otelde kalıyor gibi değil sanki orada kendi evimizde yaşıyormuşuz gibi hissettik. albert hejin torbalarıyla eve gelip, aldıklarımızı dolaplara yerleştirmek, kendimizin hazırladığı kahvaltıyı st bavo kilisesi manzarasında yapmak, bazı akşamlar tv kanallarından scrubs, dharma & greg, mallcom in the middle, how I met your mother'a rastgelip bişeyler içip tv izlemek, marketten aldığımız yeni lezzetleri keşfetmek filan. oranın bi parçasıydık sanki.
neyse dostlar, uzun lafın kısası haarlem’e ba-yıl-dık. burada yaşasak, oğluşu burada büyütsek ne güzel olurdu dedik. sokaklarında yürümek, meydanlarında oturmak, sokak çalgıcılarını dinlemek, pazarından alışveriş etmek, kanallara paralel bisiklet sürmek, bit pazarında eski eşyaları karıştırmak, oğluşu müzelere götürmek ne güzel olurdu gerçekten. yeteri kadar küçük, yeteri kadar da büyük bi yer. daha açığı büyük şehrin koşuşturmacasını, stresini yaşatmayacak kadar küçük ama sıkılmayacağın kadar da büyük bi yer. hollanda’nın tamamında öyle olduğu söylendiği üzere yediden yetmişe herkesin birincil ulaşım aracı bisiklet. çocuklar gün ağarmadan bisikletlerinin ışıklarını yakıp okula gidiyorlar, hem de o soğukta! bisikletlerinin önündeki el arabası büyüklüğündeki tekneye iki çocuğunu sığdıran babalar, çocukların üstünü şeffaf bi örtüyle örtüp işten önce onları okullarına bırakıyorlar. incecik topuklu, ince çoraplı anneler bebeklerini bisikletlerine bindirip çocukevlerine bırakıyor (yağmurda bile!) sonra da işlerine gidiyorlar. karşılaştığınız herkes (otobüs şöföründen, bilet satıcısına…) en az sizinle anlaşacak kadar İngilizce konuşabiliyor. velhasıl bi gelişmişlik, bi refah, bi rahatlık ki gıpta etmemek elde değil. -kentimde belediye büyük bi altyapı hamlesiyle kazılmamış sokak bırakmadığından, kazdıklarını da bir türlü kapatmadığından, 10 dklık yolu en az yarım saate gidebildiğimden, kente değil köyde yaşadığımı düşündüğümden- sadece sokakları bile bana gelişmişlik hissi verdi. gelişmişlik ama samimiyeti sıcaklığı çocuksuluğu masalsılığı yitirmemiş bi gelişmişlik.
daha ne olsun?

22 Şubat 2010 Pazartesi

dereotu sevmez DONECAN ve banyosuyu beni çok sevindirdi!!!

öğleden sonra DONEcandan bir kargo geldi... içinden bir kutucuk çıktı... kutucuktan ise fotolarını gördüğünüz broş...
bayıldımmmmm. çook bayıldım hem de. bi bakın siz de bayılmadınız mı? nasıl da bana özel olmuş.
DONEcan ve banyosuyucum, altin olana bu yakışır demişler. banyosuyucum elleriyle yapmış. sonra bi origamik bi kutuya yeşil krepon kağıdı kesip koymuş, üstüne de broşu. kutuyu çiçek gibi katlayıp kapatmış. DONEcan da kargoya vermiş.

bu ne inceliktir, ne şahaneliktir, bu ne süper hediyedir başıma gelen. bi sevindim, bi gönendim ki a dostlar, deymeyin keyfime.
buradan tekrar teşekkür ediyorum kendilerine. umarım tez zamanda onlar da benim kadar sevinir...


banyosuyunun başka eserleri için: http://nesterens.pasaj.com/

A'dam

Bi gezi yazısı yazma işi aldım üstüme bi ağır geldi ki sormayın. 2 haftadır gezi anıları yazmamak için bi şey de yazamadım. Aslında bi taraftan pek yazacak vaktim olmadı açıkçası.
Neyse demek istediğim bi kaç şey var, bu geziye dair. Bu seyahatin amacı Haarlem deki InHolland yüksek okulunu ziyaret etmekti. Haarlem den başka Amsterdam ve Alkmaar’da da bulunduk. Kısa kısa aktariym;

A’dam
Pazar günü Amsterdam’a gidip ayaklarımıza karasular inene kadar gezdik. Gezdik diyorum sevgili kocacığım eşlik etti bu gezide bana. Ayaklarımıza kara sular indi ama daha gezmek istediğim bi çok yer vardı aslında. Nereleri gezdik ne yaptık tek tek anlatasım yok. Ama Pazar gününün ben de bıraktığı duyguları anlatmak isterim.
Öncelikle itiraf etmeliyim çakıldaklarım dondu, insanlar nasıl beresiz eldivensiz dolaşıyorlar şaştım kaldım. En sık kullanılan ulaşım aracının bisiklet oluşu ve özellikle bu soğuğa rağmen bisiklet oluşu da gerçekten gıpta ettiğim bi şeydi. Yaklaşık 11 sene önce geldiğimde A’damı çok karanlık, basık, tekinsiz bi yer olarak görmüş kendimi hiç iyi hissetmemiştim (gerçi yol arkadaşımın çantasının hostelde kayboluşu çok etkiliydi sanırım bu algıda). Bu defa yaşamak için değil ama gezmek, eğlenmek, öğrenmek için sık sık gelmek isteyeceğim bi şehir olduğunu hissettim. Kanallar, müzeler, meydanlar, parklar… hepsini daha uzun zamana yayarak görmek isterim tekrar.

Alkmaar
Tüm gezinin sadece Alkmaar’da geçen kısmında hava yağışlıydı. Diğer günler ne kadar soğuk olsa da yağış yoktu ve açık havada bulunmak dert olmamıştı. Alkmaar’a gideceğimiz gün Haarlem’de yağmakta olan yağmura bakarak hemen Alkmaar’da buluşacağım Monique’i arayıp Alkmaar’daki hava durumunu sordum. Haarlem’den kalır yanı yoktu. Turun gerçekleşmeyeceğini düşünerek ne yapayım diye sordum. “biz yağmurdan korkmuyoruz ki, tur tabi ki gerçekleşecek” cevabını alıp oturdum. O koşullarda yaşamak zorunda olduklarından araziye uymuşlari insanlar, bencileyin Batı Anadoludan gelmiş birinin bu sözlerini anlamakta zorlandılar. Kendi yaşam koşullarımı sorduladım sonra…
Neyse Alkmaar’ı yağmurlu bi günde gezdik böylece. Şirin mi şirin bi yer Alkmaar. Ülke geneline paralel en yaygın araç bisiklet. Evler eski ateş tuğlasından. Eskiye ait bi çok şeyi korumuşlar, özellikle yapıları. Peynir müzesi önünde yaz aylarında cuma günleri yüzyıllardır devam eden geleneksel peynir pazarlarını görmek mümkünmüş hala. 10 üstünden 10 verdim. Sadece gezmek değil yaşamak isteyeceğim bi yerdi gerçekten.


Gelelim Haarlem’e. Haarlem’i başka bi yazıya bırakıyorum. Vakit ayırıp yazmak istiyorum çünkü. Bu yazı çok aceleye geldi. Haarlem’i harcamıyim. Ayrıca fazla uzatıp sıkmıyim da.

ayrıca bi da arayı bu kadar açmıycam blog söz.

edit: bu başlık olmamış, sonradan fark ettim. ama yaptım bi yanlış değiştirmiyim baki kalsın. bakıp bakıp ders aliym.

10 Şubat 2010 Çarşamba

cins bi mim

pas geldi ben yazmaya ara vermeden önce. paslanmadan yazalım dedim ama az biraz eskittim istemeden. Eva attı pası, konusu 7 "cins" özelliğim. yalnız bu pas bana 2. kez geldi çaktırma. buyrun burdan yakın efenim:

1. ilk cep telefonumu telefonumu 2003 aldım.
evet yanlış okumadın; 2003. teknoloji karşıtı bi yapım yok yanlış anlaşılmasın ama cep telefonuna direndim gerçekten. ilk telefonumu aldığımda 7 den 77 ye herkesin elinde telefonu vardı, ailede çevrede mini mini bebeler bile birer "cep" sahibiydi ve bana aval aval bakıyorlardı. ironik olansa 2003 te başlayan kısa telefon serüvenime 2 kez tuvalete telefon düşürme olayını sığdırmamdır :[

2. daha önce burada ve başka yerlerde arz ettiğim gibi çok su içiyor ve sık tuvalete gidiyorum. bu artık kitlelere mal olmuş bi özelliğim ama bu konuyla ilgili ilginç (ve gerzekçe)sayılabilecek bir diğer özelliğim şudur: istediğimde uzun sayılabilecek bir süre tuvalete gitmeden de idare edebiliyorum. kısaca tutuyorum. ama çok pis tutuyorum. "eee bende sabah evden çıkarken yapıyorum çişimi akşam eve gelene kadar yapmıyorum hiçbi yerde, akşam mis gibi kendi evimde yapıyorum" tarzı çişini başka tuvaletlere emanet edemeyenlerden de değilim. kaldı ki "sen tüm gün sabah içtiğin çaydan başka sıvı tüketmediysen yapacak bi şeyin yoktur" diye cevap veririm bunu söyleyen adama. ben o kadar sıvıya rağmen tutuyorum. "heee marifet mi sanki, tutuyon diye madalya mı takalım?" diyenlere gelince. hayır takmayın kardeşim de beni bi terapiye filan götürün, daha sık gitmem lazım tuvalete bana telkin yoluyla öğretsinler bunu. sidik torbası şimdiden sarktı eminim, neyse bu konuda daha fazla ayrıntıya girmek istemiyorum, sağlıksız biliyorum ama... teorik var pratik yok işte.

3. gereksiz bi hoşgörü gösterme özelliğim var. hoşgörüyü lafını görünce aman ilginç özellik yaziyim ayağına kendini övmüş demeyin sakın. dikkat buyurun: gereksiz hoşgörü demişim di mi? sonunu duymadan karar vermeyin bi de.
olaylara yaklaşımım şu; misal birisi bi hata yapıyo, insandır yapar diyorum, gülümseyerek, bunu herkesin yapabileceğini hissettirmeye çalışarak hata yapanı utandırmamaya ve rahatlatmaya çalışıyorum. böyle olması gerektiğini düşünüyorum çünkü. kendi yaptığım gerzekçe hatalarda üzülüyor ve utanıyorum ben. empatik düşünüp karşımdakinin de utanacağını öngörüp onu rahatlatma çabası içine giriyorum. ha iyi hoş. ama bu hoşgörülen şahıs aynı şeyi bi daha yapıyo. bende gene aynı hoşgörü tüm salaklığımla tekrar gösteriyorum ya... ben şimdi bu şahsı ikinci kez hoşgördüm buncağız ezilir büzülür karşımda, zati yaptığına bin pişmandır, bi daha ki sefer bi yanlışlık olmaması için ekstra çaba sarfeder diyorum. tüm bunların ardından bahsi geçen şahıs aynı ya da benzer şeyi bi daha yapıyo. diyo ki bu salağa ne yapsan saftirik saftirik sırıtıyo nasıl olsa ben bunun tepesine s.çıyım. hoşgörüyle ilkesizliği, ezikliği karıştırıyo bu andaval. o zaman ben ne yapıyorum? deliye dönüyorum ve bu şahışın ağzının payını veriyorum. ama sevimsiz oluyo işte. ilişkiyi bu raddeye getirmeden ilk hatada bilemedin ikincide höt! desem adam kendine çeki düzen verecek oysa ki. herşey güllük gülistanlık olacak. (of be, amma doluymuşum ha...)

4. evde terliksiz duramam. yok efenim bi de avrupai avrupai evde ayakkabıyla mı duracaktım? elbette değil de. bi çok insan ayağına terlik geçirmez evin içinde yalınayakdurup halıyı hissetmeyi prensip edinmiştir kendisine. bendenizin yaz sıcağında terliği çıkardığında bile ayacıklarım üşür. bu mu ilginç diyebilirsiniz belki ama benim ilginçliğim bu kadar işte.

5. ayrıntıcıyım. incik cincik yazmışım işte üstte. vakit olsa herbirini daha da ayrıntılandırmak isterdim...

6. lisenin sonlarına kadar bazılarına komik ama çoğuna garip gelen bi uyuma biçimim vardı. nasıl tarif etsem, anlatması zor şimdi. hani yüzüstü yatıp kitap okursun ya, o sırada bacaklarının dizden aşağısını havaya kaldırırsın, sağa sola sallarsın, çapraz yaparsın filan. işte ben öyle uyudum uzun yıllar. yorganın altından ilginç görünür ama adamı dinlendir, dene bak.

7. maymun iştahlıyım.

8. şanslıyım.

yeter mi? yetsin. şanslı olmak, maymun iştahlılık ilginç mi şimdi demeyin. 7 değil 8 tane yazdım idare edin gari. bu pası da kimseye atmıyorum, bende kalsın (bu da mı cins bi hareket değildeğil?).

9 Şubat 2010 Salı

döndüm

selam blogçuk. döndüm, burdayım. yazamadım, yazıcam ama. yediğim içtiğim ben de kalsın ama seyahatime dair diyeceklerim var. sonra lost başladı, ilk iki bölümden bi şey anlamasam da anlamadığım kısımlara ilişkin yazmak isterim. yeni dönem, yeni planlar, yeni projeler filan...
yazıcam yakında.

30 Ocak 2010 Cumartesi

yine yol göründü gurbete.

bana yol göründü yine... üzülme şekerim arayı çok açmam. oğluşu bırakıp gidiyorum zaten burnumun direği sızlaya sızlaya.


barış abiden gelsin (jest ve mimiklere dikkat):

29 Ocak 2010 Cuma

hacı mevzusu

şu blog yazısına yapılan yorumlar var ya altta. "x yorum" yazıyo hiç ellemezsen default olarak. ama ellersen ne yazdıysan o yazıyo (kapiş?). benimkinde standart hali durupduruyordu. değiştiriyim dedim bi ara bakındım nasıl olucak diye yapamadım. star wars'un cnbce'de yayınlanmaya başladığı akşam blog okurken bu değiştirme işi depreşti, dereotundannefretederim'cime açtım konuyu bir mail ataraktan. allah razı olsun star wars izliyorum demedi bana cevap yazdı (aslında izliyorum dedi de hem izledi hem yazdı herhalde, öyle de 10 parmakta 10 marifet). yeri gelmişken bi da teşekkürümü edeyim.

anladım nasıl yapılacağını da yorum yapanlara ne ad vereceğimi bilemedim, şöyle güzel bi laf bulana kadar bekliyim diye düşünürken DONEcan'ın sık kullandığı "hacı" geldi aklıma, onu yazıverdim. şahsen hiç kullanmadığımdan, burada da eğreti duracağı endişesi içindeydim. bu endişe 3 gece uyutmadı beni, çalışma verimim düştü, iştahım azaldı, göz altlarım morardı, çöktüm sanki ve hayattan zevk alamadığımı hissetmeye başladım. ammavelakin sonra bi baktım, anaaa "hacı" gerçekten tutmuş, bir coştum, bir taştım ve hayata yeniden tutundum (böyle de duygularımın kölesi bi insanım işte).

anlatmaya değmez bi şeymiş bunu da yazınca anladım. ama yorumcuya hacı demek bana gerçekten komik geldi be hacı :) kafamdaki hacı imajının burda yorum yapıyo oluşu cidden komik ama. çünkü hacı deyince aklıma gelen hacı ninem ve eniştemdi zamanında. artık hacı kelimesi emniyetteki nine ve dedelerden oluşan kalabalık güruhları hatırlatıyor bana. çünkü ne zaman emniyete pasaportla ilgili işim düşse hac ya da umre mevsimi oluyo. ya da umre ve hac mevsimi hiç bitmiyo, ben gitmesem de hacı adayları hep oradalar belki. emniyetin her durumda parmak izi alma isteği var ya artık, belki eskiden vekalet verip aldıkları pasaport için şimdi bizzat emniyete gelmek zorunda kalıyor bu güruh.

karşılaştıklarımın bir çoğu bırak yurtdışına çıkmayı il dışına bile çıkmamışlar, hatta köylerinden kalkıp şehir merkezindeki emniyete gelmek bile macera dolu bir yolculuk onlar için. hacca gitmeyi sorgulamak istemiyorum aslında ama o insancıkların halini görünce şaşıyorum.

önceki sefer emniyete gidişimde bi hayli zaman geçirdim hacı adaylarıyla. hava cidden sıcaktı. bu dedecik, ninecikler en kalın giysilerini giyip gelmişlerdi emniyete (oğuz atay'ın toprağı bol olsun). ellerinde sıra numarası parmak izi vermek için bekliyorlardı. ama çoğu ne için beklediğini, kaç saat bekleyeceklerini, sıra onlara geldiğinde ne yapacaklarını, parmak izini verince neler olacağını vs. bilmiyordu. hatta bilmesi gerektiğini akıl bile etmiyordu. yönlendiren birileri vardı, sanırım bi tur görevlisi filan, adam öl dese ölecekler o derece.

benim beklemekten gerilip öfkelenmemin filan aksine, onlar yolculuklarının mutlu heyecanıyla bekleşmekteydiler. çünkü uçağa bineceklerdi, bambaşka bi memleket göreceklerdi, kutsal bi boyutu var ayrıca, aralarında huşu içerisinde muhabbet ediyorlardı. aslında yolculukları çoktan başlamış bana göre. evlerinden (büyük olasılıkla köylerinden, ilçelerinden) kalkıp gelmişlerdi. kapıdan çıkmışlardı yani. kapıdan ilk kez çıkmak hiç de kolay değil be hacım.

beni şaşırtan şeylerden biri şu olmuştu. pasaport biriminde parmak izi alan makinede çok sıra vardı hacılar sebebiyle. bi kısım insanı kriminal ofisteki parmak izi alma makinesine yönlendirdiler. yönlendirme dediğim asansöre binip 3. kattaki makinenin yanına gitmek. gidecek grubun içinde ben de vardım ve hacca gitme niyetlisi olmayan tek kişi de bendim. bizi yukarı gönderen polis beni bu hacıların 6-7 sine yol gösterici ilan etti "siz yardımcı olun da sizle çıksınlar" gibilerinden. birlikte asansöre yürüdük, düğmeye bastım, asansörün gelmesini bekledik, geldi, bindik, 3. kat düğmesine bastım, yukarı çıktık, kapı açıldı, 3. kat koridorunda ilerledik, kriminal birimi bulduk... bu esnada dedelerin ninelerin halini görmeliydiniz. her adımla hacca daha da yaklaşıyorlar sanki, daha bi huşu içine giriyorlar. altı üstü 2 kat yukarı çıktık. "hacı gardeş, bizim gaderimiz bir yazılmış. bak gördün mü asansörde de birlikteyiz" diye birbirinin sırtını sıvazlıyorlar, gözleri doluyor.
sanırsın yüzük kardeşliği; mordora yüzüğü atmaya gidiyorlar, eğer bu görevi tamamlarlarsa tüm dünya kurtulacak. o denli bi sorumluluk içindeler yani. orda şunu bir kez daha anladım onları böyle görünce cahillik ve inanç güzel bi şey. hatta süper bi şey. sırtın yere gelmez.

neyse lafı uzattım da o dedeler, nineler buraya yorum yazsa çok komik olurdu hacı onu demek istiyorum iki saattir.

28 Ocak 2010 Perşembe

başım belada, telefonumu düşürdüm helada...

çok su içiyorum ben. o kadar ki nerdeyse her saat avagadro sayısı kere tuvalete gidiyorum. bugün tuvalet ziyaretlerimin birini 3. kat kadın wc ye yapmıştım. kapıdan girişimin 10. sn de telefonumun cupppp sesiyle deliği boylamasını seyrettim(seyrettim derken bu olaya seyirci kaldım manasında). sonracığıma bi görevli gelip eline 2 kat çöp poşeti geçirip aldı delikten:S hemen içini açtı, sim kart bi yana, batarya bi yana, arka ve ön kapaklar bi yana ayrıldı. sim kart çalışıyor allahtan ama numaraları telefon hafızasına kaydetmişim müthiş bir planlılıkla! telefonu kurumaya aldık çünkü ekranda yer yer su baloncukları (ben su olduğuna inanmak istiyorum)var.
şimdi çeşitli yönlerden kendimi sorguluyorum:
1. tarihten hiç ders alamıyor muyum? acep bu bi alışkanlığa mı dönüştü? neden hala ısrarla cebimde telefonla tuvalete gidiyorum. cep telefonunun her daim cepte taşınması yanılgısına mı sahibim?
flashback:
zaman: 2005,
yer: yine okul binası daha da özelleştirirsek eski binanın 3. kat kadın tuvaleti
bendeniz pantalonumun cebindeki telefonumun deliğe düşüşünü cuppppp efektiyle izliyorum.


2. yoksa bilinçaltım telefonu yok etmemi mi emrediyor?
flashback:
zaman: dün akşam
yer: telefoncu
kocacığıma yepisyeni bir telefon satın alıyoruz. onun öncesinde aramızda geçen konuşmalarda bana telefon alınması gündeme geliyor ve ben oğluşumuz (atıyor, çarpıyor vs.)büyümeden yeni bi telefon almak istemediğimi söylüyorum ısrarla.


3. tel noları sime neden kaydetmedim? yoksa kaydettim de suya dayanıksız mı kaydettim. eş dost numaraları sim kart suya girince silindiler mi birer birer? sudan dostluklara mı sahiptim bunca zaman?

4. bu sulu telefonu ne yapmalıyım? yani kuruyunca olur da çalışırsa mesela, numaraları alıp atmalı mıyım? yoksa mis kokulu telefonum diye bağrıma mı basmalıyım...

ooff offf.
bu son soru anket sorusudur. bu konudaki görüşlerinizi beklerim hacılar.

23 Ocak 2010 Cumartesi

wantıd

bizim evde önemli bi takım cdler, telefonumun kulaklığı, küpemin teki, biberon iç kapakları, çorap tekleri, salatalık soyacağı, mutfak robotunun bazı parçaları, koca kişisinin kulak damlası, bilmemne sınav belgesi, biyerlere yazdığı önemli ama minik notçuklar kayboluyor... yerlerini bileniniz varsa lütfen söylesin. arattırmayın bizi. sinir etmeyin boşuna.

22 Ocak 2010 Cuma

çocukluğum


başlık sizi yanıltmasın. çocukluğumu filan anlatıcak değilim. ama geri dönüp kendi çocukluğuma şu an ki yerimden bakmak isterdim clem ve joel gibi. kendi çocukluğumu kucaklamak, hayallerin(m)i dinlemek,oyunların(m)a katılmak, gözyaşların(m)ı silmek, kahkahaların(m)a katılmak güzel olurdu.
olmayacak şeyi istiyorum biliyorum. böyle bi şey totolojinin tersiyle yani çelişkiyle açıklanabilir ya da film hilesiyle. psikolog amcalar olmayacak duaya amin dersen üzülürsün diyorlar. bu onların totosu diyenler üzülmeye mahkumlar haberleri yok. benim neden haberim var neden haberim yok derseniz, haberim yok valla şekerim.

19 Ocak 2010 Salı

çiğ sütten mi yoksa bozuk mayadan mı?

işyerinde bazı cins tipler var. düşünceleri, halleri, hareketleri ne bulundukları pozisyona, ne de ünvanlarına yakışıyor. az gelişmiş, çocukça ve kindar hareketler içindeler. ellerine tesadüfen geçmiş gücü ellerinde tutmak için haketmeye çalışmak yerine bu güç sayesinde başkalarını ezerek doyuma ulaşmaya çalışıyorlar. bu zavallılara çok uyuz oluyorum; minicik beyinleriyle akıllı geçinip herşeyi ve herkesi-yanlış olduğunu bilse de-kendi kurallarıyla yönetmeye çalışanlara...umarım hareket biçiminizin yanlışlığını idrak edecek kadar kafanızı kullanabilecek düzeye gelirsiniz. ooooofffffffff, çıldırtmayın beni beaaa!!! ben sizi soğukkanlılığımla dövücem gerzeğin başkanları. yeter beaaaa!!!

17 Ocak 2010 Pazar

krep güncellemesi

şekerim geçmişte yaptığım krep tarifini vermiştim. sonrasında krep konusuna bir güncellemeyle döndüm.bu sabah ki ampirik krep denemem sizlere yeni bir güncelleme sunmamı gerektirdi. bu bilgiyi sizden saklayamam zira.

evet canlarım, verdiğim ilk tarifi biliyosunuz, o tarifte süt yerine bebek/çocuk sütü, 2 bardak un yerine de 1,5 bardak normal un+ 0,5 bardak mısır unu koyuyorsunuz. bebek/çocuk sütünden kastım pınar, nestle yahut daninonun 1 yaşından büyük çocuklar için önerilen markasına göre demir, d vitamini vs ilaveli tadı vanilyalımsı, hafif şekerlimsi sütleri. bendeniz nestleyle denedim. msır unu bildiğiniz mısır unudur. karadenizliler nasıl yapıyorlar krebi bilmiyorum ama biraz mısır unu ilavesi oldukça güzelleştirdi.

tarifi bir de böyle deneyiniz, arasına mutlaka krem çikolata sürüp yiyiniz anacım. afiyetlen.

5 Ocak 2010 Salı

mimler mimlere karışır

bir mim'im varmış dwarfwaves den habarım yokmuş ama. daha yeni gördüm çalakiybort yaziym:

sizi en çok üzecek olay:
sevdiklerimi kaybetmek.

nerde yaşamak isterdiniz:
düzenli, modern, insanların insan muamelesi gördüğü, aydınlık, çok soğuk olmayan, çocuumun at gibi yarışlara hazırlanmak zorunda kalmayacağı, okulların ezberlemeyi değil bilgiyi kullanmayı öğrettiği bir avrupa kentinde (bir eğitimci olarak memleketin eğitim sisteminden çok hoşnutsuzum bu aralar)


yaşayabileceğiniz en mutlu an:
ailemle mutlu olabildiğim her an.

hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz:
hiç sevmedim bu soruyu ama heralde bilmeden yapılmış hataları hoşgörürüm.

en sevdiğiniz erkek karakter:
ne olarak sevdiğim? misal scrubs'ın dr cox'ı da olabilir, aragorn da olabilir, ortadaki malcom da.

en sevdiğiniz ressam:
gustav klimt.

en sevdiğiniz müzisyen:
dolores o'riordan

bir erkekte en sevdiğiniz özellik:
espri yeteneği(yapması yetmez benim espri yapınca da anlasın), dürüstlük, içtenlik, mertlik, hoşgörü (daha sayayım mı?)


yapmaktan en mutlu olduğunuz iş:
(şu sıralar) oğluşla havuzda oynamak

en sevdiğiniz renk:
en sevdiğime karar veremedim hiç; mavi ve fuşya şu aralar gözdem.

en sevdiğiniz çiçek:
hanımeli

tarihte en sevmediğiniz karakter:
saruman

nasıl ölmek isterdiniz:
acısız

hayattaki sloganınız:
çok işim var

şu anki ruh haliniz:
yorgun


oh be. uzun bi liste aradan kırptıklarım oldu ama altında kalmayalım.
topu eva, dereotundannefretederim ve aydınkoza ya atıyorum. aynen topun bana geldiği gibi atıyorum: ben almiyim diyen varsa ısrar yok, bazen bayabiliyo bu mim işi.