26 Ekim 2010 Salı

ağır ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar,
her gün aynı yoldan yürüyenler,
yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler,
giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler,
tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar,
beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler,
bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar,
hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.


Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler,
ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar,
daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,
bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar,
bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden,
anımsayalım her zaman:
yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

Pablo Neruda.

22 Ekim 2010 Cuma

benim öskürlüyümün başladığı yerde senin öskürlüğün biter. nokta.

zamanında adidasla tekkelere giden keçilerin erasmusla hacca giden oğlakları olmuş diyolla. valla ben görmedim, göreni de görmedim. peki bu sadece bi söylenti mi? yoğusam ülkeyi bölmeye çalışanların işi mi bu da? bizi şimdi kamplara mı ayıracaklar?
adidasla tekkelere gidenler vs adidasla tekkeden başka yerlere gidenler;
adidasla tekkelere gidenler vs adidas dışında bişeyle tekkelere gidenler;
erasmusla hacca gidenler vs erasmussuz hacca gidenler;
erasmusla hacca gidenler vs erasmusla başka yerlere gidenler;
ebeveynleri adidasla tekkeye gidenlerden erasmusla hacca gidenler vs ebeveynleri adidasla tekkeden başka yerlere gidenlerden erasmusla hacca gidenler, ….
gibi çeşitli kutuplar bulmak işten değil. ve iddia ediyorum bu kutuplara gönderebileceğim bir milyon türk genci/muhammed ümmeti filan da bulabilirim, ver polarları hepsini polarize et ki üşümesin yavrucaklar, sidikli yorganın altında mışıl mışıl uyusunlar. uyanınca da bi kısmına hac mevsiminde profil fotosuna erasmus rahmetlinin fotosunu koydurur bi kısmına da adidası boykot ettirirsiniz geçinip giderler.

öskürlük demiş miydim? başlıkta demiştim evet. dedim demeye de, hatta herkes en az 1 kez dedi. (bi de herkes en az 15 dakka özgür olabilse keşke). ne diyodum? özgürlük özgürlük dedik de hepimiz başka bişey anladık bu özgürlük lafından. tartışırken “ama benim başörtüsü takma özgürlüyüm var arkadaş” diyenle, “türbanın kendisi özgürlüğün karşıtı bir sembol bi kere” diyen arkadaşlar polarlarını çıkarıp tartışmadıkları sürece n sonsuza giderken tartışmaya devam edecekler. bu tartışma bu topraklarda/ bu koşullarda mı sürecek? orasını bilemem.

son olarak bi de “parayla imanın kimde olduğu belli olmaz” diyen arkadaşa seslenip çıkıcam. güzel kardeşim senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? bana der misin parayla imanın kimde olduğu belli değil, OK. ama ya parasız iman ya da imansız para konusunda ne diyeceksin? peki dürüstlük mü ve cesaret mi oynar gibi para mı iman mı oynamaya ne dersin? iman çıkarsa türbancılar ateist olsun, para çıkarsa laikçiler cemaatlere para yardımında bulunsun, var mısınız?

seynirli pandiviç

depresyonizmin kör kalemtraşlarında
merhameti yardımcı fiilerde aradım,
kapılarını çaldım toprak solucanlarının
belki bi yudum egsoz dumanı verirler umuduyla.

ne gözlük camları duydu sesimi,
ne de prefabrik evlerin artezyen kuyuları.
ağda acılarıyla bastırıp
kağıt kesiklerinin sızısını
gülibrişimler düşledim kuytularda...

oysa hiroşimada bomba patladığında
ben en temiz oksijeni arıyordum
masum 2 hidrojenle birleştirme adına.
bulduğumdaysa,
gülibrişimler yeşeriverdi kış bahçemin manzarasında.

11 Ekim 2010 Pazartesi

cahit arf

yazmakta baya geç kaldım. neredeyse gece yarısı olacak ama yine de bugün hoşuma giden durumu yazmadan geçemiycem: google efendi bugün cahit arfı anmış ve ona özel yapmış logosunu. ben buraya koyim da kaldırılınca hatıra kalsın, ruhu şad olsun.


5 Ekim 2010 Salı

bir delinin blog fülütü III

daha halk eğitimin temel bağlama kurslarına kayıt olduğum gün çözmüştüm bu bağlama işini (bababa lafa bak bağlamayı çözmüşüm :/). o günden sonra her gün muntazaman saçımı, ayakkabımı, emniyet kemerini ve kısmetimi kendi ellerimle bağlar oldum. hatta yetmedi laptaba maus bağladım, bilgisayarı tvye bağladım, ev telefonunu da bilgisayara. tüm bunların yanında en sık yaptığım şeyse psikopata bağlamak oldu. bu duruma sessiz kalamayan annem geldi ve adamlarla konuşup olayı tatlıya bağlamaya çalıştı ama nafile adamlar lep dedi leplebi demedi. gerzek şeyler. ben ne lep demelerini ne de leplebi demelerini istiyordum oysaki. leblebi deseler yeterdi. zavallı annem gidip bağcı babaya çaput bağladı en sonunda.
beni bu durum sıktı işte. ben kaç yaşına geldim, evli barklı insan oldum, toplumun önünde çıkıp konuştuğumda insanlar beni bilgili, akıllı, entel, çalışkan filan gibi bi bok sandılar ama yine her dara düştüğüm durumda annemin çaputlarına bel bağlamaktayım. nerde kaldı benim o ayakları yere basan ve kendinden emin duran kişiliğim? nerde kaldı sabrı, azmi ve olgunluğuyla tüm zorlukları döven güçlü kadın? nerde kaldı bu güçlü kadının açık çayı? çay ocağını tam 3 kez aradım; misafirim var çabuk getirin diye ama annesinin çaputuna bel bağlayan bi yapının insanı olmam çaycı çocukların gözlerinden kaçmamış olacak ki onlar bile beni tınlamadılar.
en iyisi beni tınlayan insanlarla birlikte olmaktı. peki neredeydi bu tıntıncılar? bu soruyu cevaplamam için çok kapsamlı bir arama yapmam gerekecekti. arama tarama konusunda en yetkin kimselere ulaşıp hakettikleri ücretin 5 katını teklif ederek emrimde çalıştırmaya başladım. aldıkları para helal hoş olsun; tıntıncıları bulmaları uzun sürmedi. 5 tane tıntıncıyı emrime amade ettim ve her telefon açışımda bir dediğimi iki etmediler; neskafedir, açık çaydır, oralettir, kekiktir, ıhlamurdur anında getirdiler. emrimdeydiler ama yinede kibarlığı elden bırakmıyor her servise gelişlerinde (ve de servise her gelişlerinde )"mersi tokatımın tersi" gibi espiritüel yaklaşımlarımla kendimi sevdirmeyi ihmal etmiyordum. espirilerime güldükleri zamanlarda "şakayla karışık sadri alışık, heh heh he!" diyerek yanacıklarından birer makas almayı ihmal etmeyerek gönüllerine taht kurdum adeta. onlarla iletişimde bu denli başarılı olmamdan aldığım gaz ve allah vergisi nejat uygur sempatikliğimle zamanla enseye tokat olmadığım insan kalmadı ve herkes beni tınlar oldu. oldu da ne oldu, şöhretin bozduğu celebriti kişilerinin yoluna paralel bi çizgide ilerledim, zamanla beni tınlayanları ben kaale almaz oldum. allahtan ofis anahtarımın markası kale idi de bu kaale almama durumu fazla sorun olmadı başıma. o şekil yıllar yıllar geçti, kapılar anahtarla değil kartla açılır oldu, işte o vakit bütün değerlerimizi yitirdik ve duygu yoksunu birer robota dönüştük. ve yeryüzü gerçekten çok yavan bi yer oldu...
(bu maceranın sonu)