30 Mart 2010 Salı

iyi ki doğdum canım!

dostlar ben 34 oldum bugün... çok şaşkınım. doğum günüm olduğunu biliyorum da ne zaman 34 oldum ona şaşıyorum. 10 lu yaşlarımı hatırlıyorum. 15, 16, 17, 18 filan. sonra yıllar nasıl geçiverdi. boşa geçti onca zaman diye hayıflananlardan değilim ama çok hızlı geçti ya!!!
daha dün çocukken ne çabuk 34 yaşında bir çocuk annesi kadın giysisine bürünüverdim...

29 Mart 2010 Pazartesi

noluyoz?

dün akşam, bi arkadaşım msn kişisel iletisinde "love don't live here anymore" yazdığını gördüm. daha 2 yıllık değil evlilikleri. sevdiği adam için kilometreleri aşmış, memleketini, alışkanlıklarını değiştirmiş biri. umarım madonna aşkından yazmıştır bu sözü. üzülcem yoksa.

27 Mart 2010 Cumartesi

bir delinin blog flütü vol:II

ben istemez miydim her doğan günü kağpediyem kağpediyem diye örötik bir fransız aksanıyla karşılayayım? yanıt veriyorum: isterdim. çok isterdim hem de. sonra havayı koklıyım, ot çöp çayı içiym, hızla kilo veriyim, çocuumla o park senin bu park benim geziym, topu bi ben tekmeliyim bi o tekmelesin modunda saatlerce top oynayalım, amugurumimi örüp blogumda sergiliyim, evimi dekore edip fotosunu çekiyim,"bugün ben ne giydim" diye başlık atıp elim belimde fotolarımı koyim postuma, sonra oturiym şömine önündeki koyun postuna, daha sonra el emeğim hediyeler vereyim dostuma, akşamüstü bi dostla bira içip, akşam kocişimle şarap yudumlıym, hafta sonları bilmediğim yollara düşüp nerde kahverengi tabela var orda vakit geçiriym, nerde çalgı orda galgı tadında takılayım yani.


ama olmadı, beceremedim. ben yapamadım, herkes bi şey oldu anne, ben olamadım.

kafamın iyice dağıldığı, dağıldıkça bazı noktaların netleştiği ve odağımın belli olduğu şu günlerde öyle kıpır kıpırım ki. sanki yarın tatile çıkacak görmediğim bi memlekette muhteşem şeyler yaşayacakmış gibi, ya da doğumhaneye girip yanında minik bir bebeyle yepyeni bir insan olarak çıkacakmış gibi. bahardan mı, güneşte fazla kalmaktan mı, şuursuzlara şuur dağıtacak olmaktan mı acep? yoğusam kafayı direk yemeyip hafif hafif sıyırmakta olduğumdan mı bu masal dünyasında gibi sisler arasında yaşayışım?


yine de şu şuur meselesini abarttım mı ne? evet abarttım. hayatımın yepisyeni bir dönemine girmeme bu kadar az kalmışken her naneyi kafaya takmamaya karar verdim ve güzel olan şey kafaya takmamayı da becermeye başladım. mesela bugün kısa bir süre çikolata kaplı gofretin çikolatasının az gelmesine takıldım. sonra demokrasilerde çağrelerin tükenmediği totolojisini hatırlayıp gofreti krem çikolataya batıra batıra yedim. kaanla seçkinin evlenmesine kıl olup "seni zevksiz kaan, allah belanı versin, bula bula onu mu buldun, beni alaydın allahsız keş" diyenlere ya da bu yorumu yapanlara kıl olup "sana ne kardeşim allah mesut etsin, sen kendi evlenmene bak, evde kaldın kız kurusu seni" diyenlere bile güldüm geçtim, o derece.

diyeceğim ekmek bulmadıysan kuruvasan (bi nevi beypazarı kurusu) yahut çikolatalı gofret yavan geldiyse krem çikolataya bandıra bandıra yiyiver. bak mesela kendimim diye demiyorum ben öyle yapıyorum.

bi trend var ya hani blog gönderisinin sonunda başkası yorum yapmadan ilk ben yapiyim kabilinden; "biliyorum şok saşma oldu" yahut "uzun oldu ama idare ediverin gari", "biliyorum pek anlaşılır olmadı ama anca bu kadar anlatabiliyorouum" filan gibi. yani sen demeden ben diyim hatamı/kusurumu. farkındayım durumun, herşey kontrol altında, bi dahakine daha iyisini yapıcam söz gibi özürümsel bi sevimli görünme çabası. işte o manada bi laf edip "şimdi saçma oldu yazdıklarım farkındayım." yazabilirdim ama yazmadım! neden derseniz o lafları edecek kadar özgüvensiz bi sümsük olduğumdan değil bilakis durumu peşin peşin başlıkta ifade ettiğimden.

sözün özü, siz siz olun panik yapmayın, havalar güzelken çıkın dolaşın panik geçer atak kalır belki ama panikle atak yanyana gelmedikleri sürece bi sakıncası yok kanımca. kendinize iyi bakın. organik besin tüketin.

öptüm gözlerinizden.

18 Mart 2010 Perşembe

otluyorum

blogda yaptığımız yediğimiz leziz mam-maları sergiliyoruz ya, ben de bu yediğimin fotosunu koymak istedim. foto çekemedim gerçi, müadilini buldum onu koyim dedim.
yediğime içtiğime dikkat ediyorum bu ara. biraz kilo veriym de içine girmediğim kıyafetlere sığayım, yaz geliyo göbeği eritiym filan diye.
bakalım 7 nisana kadar kaç kilo verebilicem.

14 Mart 2010 Pazar

motivasyon

blog bana çalışma motivasyonu bul lan allahsız. eh heh. olmadı di mi?
biraz dewey, biraz piaget okudum. şimdi besmeleyle genetik epistomolociye gircem biraz. karşılarına çıkacağım adamlar benim kadar bilseler ciğerim yanmaz ya neyse ben kaçiym daha okunacak çok şeyim var.

11 Mart 2010 Perşembe

nerden nereye?

nerden bulduysam böyle bi şey çıktı karşıma.







nasıl hayatlar var? filim milim izleyip, kitap okuyacağımıza insanlarımızı izlesek, onları mı anlamaya çalışsak acaba?

bi de başlığı görünce budizmle filan ilgili sandım, öyle de insanı çeken bi başlık atmışlar :)
ve bu vidyoya bakıp aydınladım: budizmin cingılı "buda gelir buda geçer, ağlama" türküsüdür. (da'ların bu'larla birleşmedeki ısrarlı, uyumlu mizaçları sizi de budizme çağırmadı mı?)

yardım

bok böcesinin çağrısına kulak verelim:

http://bokbocesii.blogspot.com/2010/03/aysegul.html

6 Mart 2010 Cumartesi

mola

7 nisanda ankara'da önemli bi işim var. o işle ilgilenicem bundan böyle. sesim soluğum çıkmazsa merak etmeyin diye dedim. biraz ihmal edicem sizi ama dönüşüm muhteşem olucak!

ha bu arada artık sadece hacı yazacak altta (ne olduğunuzu bilin de ona göre davranın diye diyorum).

4 Mart 2010 Perşembe

idrar aranıyor

2 haftadır oğlanın çişiyle başım dertte. çiş dediğim aslında idrar (yani bu sıvı çocukça bi bağlamda değil, büyükçe bi bağlamda lazım, onu demek istiyorum).

olayımız şu: spor merkezine üyeliğimiz bitti. bu sene üyeliği yenilerken bebişimizi de aramıza katalım dedim havuza filan sokarız babında. dediler ki paşamızın da idrar tahlili, sağlık raporu filan lazım. hay hay yaptıralım dedim. ama hay hay demekle olmuyormuş gördüm; tahlil yaptıracak miktarda idrar edinemedik paşadan. kendisi henüz hacetini bezine yaptığından idrar edinim sürecimiz uzadı. bardak, lazımlık vs. ye yapmayı reddetti. bebeklere takılan idrar torbasını da başarıyla kullanamadım. 2 idrar torbasını yerinden oynatıp çişin tamamını beze yapmayı becerdi, biri takılıyken kakasını yaparak idrar torbasını kullanılamaz hale soktu, başka birine de kustu... daha ne yapayım bilemedim.

kan anonsu gibi idrar anonsu vericem, yahut gazeteye ilan: "tahlil yaptırılmak üzere yaklaşık 23 aylık oğlan çocuu idrarı aranmaktadır. " diye. şaka ya şaka vermiyecem vermicem. ama ciddi ciddi düşündüğüm şey şu: idrarın bu gibi basit tahlillerde bakılan özellikleri cinsiyet ve yaşa ilişkin bilgiler içerir mi acaba? yani bu miniğin çişi deyip gidip kendim vericem, o kadar kafam bozuk. zaten daha az sıra beklendiği için tahlili sağlık ocağında yaptırıyoruz, dna testi yapacak halleri yok heralde di mi?
di mi? bi fikir verin!

1 Mart 2010 Pazartesi

Haarlem I

derler ki NY'daki Harlem’in adı Haarlemden gelmekteymiş. hatta NY'a ilk yerleşenler Amsterdam’dan gidenler olduğundan buraya da zamanında New Amsterdam demişlermişmiş. benim anlamadığım bu insancıkların neden bu güzelim Haarlemden çıkıp NY’ye gittiğini. sen bu masal kentini bırak teee oralara git olacak iş değil kanımca.

neyse efenim yazıcam dedim dedim yazamadım. borçlu kalmayalım. buyurunuz:

sabah henüz güneş doğmadan vardık otele(güneş daha geç doğuyo tabi bize göre). otel koskoca St. Bavo kilisesinin arkası. kilisenin ışıkları, hafif sis, kanallar, yer yer kar birikintileri, donmuş su birikintileri, ateş tuğlası evler, çocuk kitaplarındaki resimlerden fırlamış mimarı, mis kahve kokuları… sanki taksici bizi bi masal ülkesine getirdi gibi hissettik. otel resepsiyonundaki antika niteliğindeki bi sürü eski eşya bu masal sarhoşluğumuzu perçinledi. odamızın anahtarını aldık çıktık odaya. daha doğrusu oda sandığımız aparta. oda diye rezervasyon yaptırmıştık ve ortalama bi oda parası ödemekte anlaşmıştık ama tamamen eşyalı yatak odası, salon, mutfak, kiler, banyodan oluşan, biri St Bavo kilisesi manzaralı iki balkonu olan bir apart kiralamışız meğerse. İçeri adım atar atmaz iyice rüyada hissettik kendimizi. eşyalar çok tanıdıktı; koltuklar, eskitilmiş tarz dolaplar, etejerler, vs nin hepsi. etiketine bakmadan tanıdık bi sürü şeyi. etiket dediğime bakmayın marka conconu filan değilim (bu ne demek onu ben de bilmiyorum inan :) altı üstü ikeadan hepsi ama tanıdık oluşu çok sıcak geldi. kendimizi evimizde hissettik. yukarıda saymadıklarım dışında ocak, bardaklar, tabak, kaşık, çatal vs tüm eşyalar da aynı şeyi hissettik…. [DVD oynatıcı(evet o bile vardı) vesteldi bu arada.] o fiyata böyle bi yeri kiraladığımıza inanamadık. ayrılırken bi yanlışlık olmuş, sizden 2 katı para kesicez demelerini bekledim korkarak (hep bi tırsaklık, hep bir tırsaklık...offf).
daha otele yerleşemedik gördüğünüz gibi…. ama kaldığımız yerin apart oluşu bu geziyi daha özel kıldı gerçekten. bi otelde kalıyor gibi değil sanki orada kendi evimizde yaşıyormuşuz gibi hissettik. albert hejin torbalarıyla eve gelip, aldıklarımızı dolaplara yerleştirmek, kendimizin hazırladığı kahvaltıyı st bavo kilisesi manzarasında yapmak, bazı akşamlar tv kanallarından scrubs, dharma & greg, mallcom in the middle, how I met your mother'a rastgelip bişeyler içip tv izlemek, marketten aldığımız yeni lezzetleri keşfetmek filan. oranın bi parçasıydık sanki.
neyse dostlar, uzun lafın kısası haarlem’e ba-yıl-dık. burada yaşasak, oğluşu burada büyütsek ne güzel olurdu dedik. sokaklarında yürümek, meydanlarında oturmak, sokak çalgıcılarını dinlemek, pazarından alışveriş etmek, kanallara paralel bisiklet sürmek, bit pazarında eski eşyaları karıştırmak, oğluşu müzelere götürmek ne güzel olurdu gerçekten. yeteri kadar küçük, yeteri kadar da büyük bi yer. daha açığı büyük şehrin koşuşturmacasını, stresini yaşatmayacak kadar küçük ama sıkılmayacağın kadar da büyük bi yer. hollanda’nın tamamında öyle olduğu söylendiği üzere yediden yetmişe herkesin birincil ulaşım aracı bisiklet. çocuklar gün ağarmadan bisikletlerinin ışıklarını yakıp okula gidiyorlar, hem de o soğukta! bisikletlerinin önündeki el arabası büyüklüğündeki tekneye iki çocuğunu sığdıran babalar, çocukların üstünü şeffaf bi örtüyle örtüp işten önce onları okullarına bırakıyorlar. incecik topuklu, ince çoraplı anneler bebeklerini bisikletlerine bindirip çocukevlerine bırakıyor (yağmurda bile!) sonra da işlerine gidiyorlar. karşılaştığınız herkes (otobüs şöföründen, bilet satıcısına…) en az sizinle anlaşacak kadar İngilizce konuşabiliyor. velhasıl bi gelişmişlik, bi refah, bi rahatlık ki gıpta etmemek elde değil. -kentimde belediye büyük bi altyapı hamlesiyle kazılmamış sokak bırakmadığından, kazdıklarını da bir türlü kapatmadığından, 10 dklık yolu en az yarım saate gidebildiğimden, kente değil köyde yaşadığımı düşündüğümden- sadece sokakları bile bana gelişmişlik hissi verdi. gelişmişlik ama samimiyeti sıcaklığı çocuksuluğu masalsılığı yitirmemiş bi gelişmişlik.
daha ne olsun?